28 Şubat 2009 Cumartesi

BİR YILDIZ KAYDI


Bir yıldız kaydı bu yalan dünyadan

Uyandırdı beni yıllardır süren bu rüyadan

Oysa bütün düşlerim hep onun içindi

Kalbimin en derin yerinde

Hep o vardı

O, bana yılların içinden kalan

Bir yadigardı

Onu tanıyınca

Gece gündüz hep varlığıyla geçti günlerim

Belki bir gün onu bulurda

Sevdiğimi söylerim...

Yıldızlara ulaşmak

Zordur derler bilirim

Kovsada kapısından beni

Ona sevdiğimi söyleyemedende giderim...

Ama, ben onu yine de ölünceye kadar severim...


Melodi AKÇAY

TUTKU GİBİDİR ZAAF



Bazı insanlar vardır, çevrelerinde bulunan insanların zaaflarından yararlanarak, bu zaafları kendi çıkarlarınla örtüştürürler.
Zaaf, insanı ele geçiren ve başkalarının kolayca ele geçirmesini sağlayan içsel bir dürtüdür. Sanırım, güzel duygulardaki bütün kavramların en can yakıcı olanıdır.
Tutku gibidir zaaf. Tutkuyla benzer yönleri olup aynı kapıya çıksa da, ilişkilerde yeri geldiği zaman başkaları tarafından çok iyi ve ustaca kullanılan kurnazca davranışlar altında ezilen bir duygudur.
Zaaf çıkarcı, kurnazca düşünülen fikirler karşısında kötüye kullanılır. Çevrende bulunan insanlar bir zaafını yakalamaya, fark edemeye görsün, anladıkları an elleri yakandadır. Kurtulamazsın. Artık onların çıkarıcı, kurnaz, bencil, kıskanç düşünceleri karşısında boyun eğmekten başka çaren yoktur. Aslında kendi zaaflarını saklamak, ortaya çıkarmamak için başkalarının zaaflarını kullanırlar.
Senin İyi niyetinin, güzel duygularının ve bunlardan oluşan zaaflarının bir anlamı yoktur onlar için. Ellerinde bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi seninle oynarlar. İyi niyet, iyimserlik her zaman yenilir, çıkarcı düşünce karşısında.

Melodi AKÇAY

BAŞKALARININ BEDELİNİ ÖDÜYORSUN



Bak! Akşam olmak üzere...
Hayatın akışına bırak kendini..
Sebep her ne olursa olsun, üzülme...
Hayatın kaygısından sana ne...
Bunca yıldır üzüldün de ne oldu?
Hiç alkış tuttular mı? Yaptıklarına...
Hiç madalya taktılar mı? Yaptıkların ve başardıkların için...
Başına taktılar bir gelin tacı..
Yüreğine koydular bunca acı..
Onlara bütün sevgini sundun, İSTEYEREK....
Hüznüne, yalnızlığına cevap verdiler kahkahalarla gülerek...
Günahlarınla, sevaplarınla
İşte! Geldin gidiyorsun.
Boşver aldırma!
Sen başkalarının bedelini ödüyorsun....
Melodi AKÇAY

27 Şubat 2009 Cuma

DEĞİŞMEYEN NE VAR Kİ?


Zaman, değişir. Hayat değişir. Mekan değişir. Dostluklar değişir. Arkadaşlar değişir. Aşklar değişir.

Her şey değişir diyorlar. Ama, peki hayatta değişmeyen ne vardır?

Değişmeyen duygular mı? Özlemler mi? Aşklar mı? Arkadaşlıklar mı?

Duygular değişti. Özlemler, hasretler değişti. Arkadaşlar değişti. Bedenimiz değişti. Yaşlarımız değişti. İşlerimiz değişti. Aşklar değişti. Sevgi değişti. Yıllar değişti.

İnsanoğlu hep aynı kaldığını sanır. Değiştiğini arada bir ifade etsede, özünde değişmediğini sanır.

Değişmeyen sadece değişimin kendisidir derler. Bu yazdıklarımın içinde hiç mi değişmeyen bir şey yok?

Duygularımızdan, arkadaşlarımızdan, özlemlerimizden, mutluluklarımızdan hiç mi sadık olanı, bizleri terk etmeyeni yok?


Melodi AKÇAY


KÜÇÜK OLSAN SENİ CEBİMDE TAŞIRDIM


Akşam Asi dizisini seyrediyordum. Demir'in Asi'ye söylediği bir söz vardı. Beni, yıllar öncesinde tanıdığım bir bayanın hikayesine götürdü. Ve bu söz geçmişi bir anda bugün gibi canlandırdı.




Demir Asi'ye diyordu ki, "Keşke küçük olsanda gittiğim yerlere seni cebimde taşıyabilsem." İşte! Bu söz, o bayanın bir zamanlar bana anlattığı uzaklarda gemilerde çalışan abisinin ona söylediği sözdü.




Bu küçük kız, abisi dünyada gezdiği değişik yerleri, ülkeleri, oralarda yaşanan hayatları ona anlattıkça, bu küçük kız ağabeysine,


"Bende gidip görmek isterim" dediği zaman. Ağabeysi ona aynen Demir'in Asi'ye söylediği gibi, "Ufacık, küçücük olsan seni cebimde taşır, oralara götürürüm." diyormuş.




İşte! Bu dizideki bu söz, beni oralara, o zamana ve o bayan götürdü. Unutmuştum. Ama, bir söz , bir kıvılcım yetti anılarımı geri getirmeye. Ve hüzünlendim.




Melodi AKÇAY

İNSANIN KARAR ANI


İnsan gönlü nereye gitmek isterse sanırım o tarafa yol alıyor. Bazen bu doğru yol, bazen de yanlış yol olabiliyor. Bazen de çıkmaz yollarda kalıyor. İşte! O zaman ürkek ve çekingen bir ceylan yavrusu gibi, nereye doğru, hangi yöne doğru kaçacağını şaşırıyor.


Yalpalıyor olduğu yerde. Kestiremiyor. Olduğu yerde çakılı, çivilenmiş bir şekilde kalıyor. Gideceği yolun ucunu göremiyor.


Bir an karar vermesi gerekiyor. En kötü karar kararsızlıktan daha iyidir dercesine, vuruyor kendini önüne çıkan ilk yol sapağına. Gideceği bu yolda karşılacacağı olaylara karşı birazda şansını kendi yaratıyor.


Melodi AKÇAY

YILDIRIM GÜRSES SONBAHAR RÜZGARLARI




Rahmetli Yıldırm Gürses'in "Sonbahar Rüzgarları" isimli şarkısını ne çok severim. Yıllardır hep bu şarkıyı dinlemekten büyük mutluluk duyarım. Duygu ve hasret yüklü bir şarkı. Tıpkı, kavuşmayı bekleyen sevgililer gibi.


Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştin
Biliyorsun seni ben
Sonbaharda sevmiştim
Her sonbahar gelişinde
Sarı sarı yapraklarla
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma

Rüzgarla düşen yapraklar
Daima senin hayalin
Yine bir sonbaharda
Döneceksin sen bana
Her sonbahar gelişinde
Sarı sarı yapraklarla
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma


Melodi AKÇAY








26 Şubat 2009 Perşembe

SENİ SEVDİĞİMİ SÖYLEYEMEDİM




İlk görüşte aşk olmazmış. Kim demiş bunu. Sana sevdam, ışıl ışıl parlayan yemyeşil gözlerinle başladı. Engin denizler gibi derindiler. Adeta içine çekmişti beni. Bakışlarının büyüleyici etkisiyle, savaş vermiyordum. Teslim ettim gözlerimi sana. Onlar artık senindi. Tıpkı yüreğim gibi.

Hele gülüşün ömre bedeldi. Sen nerelerdeydin bunca zaman? Sanki hep seni beklemiş gibiydi yüreğim. Sen nasıl şeydin? Sen gerçek miydin? Yoksa serap mı? Hangisiydin? Yok yok sen gerçektin. Hayallerimi, rüyalarımı sen süslemiştin yıllarca. Bilmiyordum. Kimdin? Nerelerdeydin? Sanki bir yerlerden tanıyor gibiydim seni.




Gözlerine baktığım anda hayal olmaktan çıkmıştın artık. Kim demiş hayaller gerçekleşmez. Bak, gerçekleşti işte! Sen, beni görmedin, tanımıyordun bile. Yıllarca da varlığımdan haberdar olmayacaktın. Gözlerim, onca kalabalığın içerisinden senin gözlerini seçti. Bir daha onun gibi gözlere rastlamayacaktı gözlerim. Yıllarca sürecek bir sevdaya düşürdüler beni. Karşılıksız olacaktı. Seni ilk gördüğüm anda biliyordum. Senin, yanına gelip tanışmak imkansızdı. Çünkü, cesaretim yoktu. Bu ürkek ve çekingen halimle!




Zaman ilerliyordu. Gözlerimi gözlerinden kaçırdığım bir anda, terk etmişti beni gözlerin ve bedenin. Artık aynı havayı solumuyorduk. Sen gitmiştin. Yüreğim ve gözlerim üzülmüştü. Yıllarca o mekana gidip bekledim seni ve o yeşil gözleri görmeyi. Yıllarım seni beklemekle geçti. Belki yine gelirsin diye. Bu yüzden başka sevgilere, aşklara açmadım kalbimi. Beklemek meğerse ne kadar da acıymış. Oysa vardın, gerçektin. Ama nerelerdeydin? Sen umuttun, sen bir rüzgardın. Tenime değip geçen.




Ben buralardaydım. Gelip beni bulmanı istiyordum. Ama sen beni tanımıyordun ki. Seni bulmak için çok uğraştım. Yıllarca süren bu sevdayı sana söyleyebilmek için. Seni bulsaydım. İlk günkü ürkek ve çekingenliğim olmayacaktı üzerimde. Sevgimi, aşkımı sana doya doya haykıracaktım. Tek umudum buydu. Bir yerlerde birinin seni taparcasına sevdiğini bilmendi. Çok uğraş verdim kendimle. Nice savaşlara yenildim içimde. Hepsi senin içindi. Ama yinede bıkmadan usanmadan seni aradım her yerde. Sanki, yer yarılmış içine girmiştin. Umudumu hiç kaybetmedim. Taki o güne kadar.




Bir gün eskiden tanıdığımız aile dostlarımızla sohbet ederken, fotoğraf albümlerine bakıyorduk. O anda seni gördüm. Bu yüzü yıllarca hafızamdan silmemiştim ki. Yine o güzel gülümseme ve gözlerle karşılaşmıştım. Kim bu diye sorduğumda, ismini söyledi dostumuz. O şimdi yaşlandı. Bu gençlik fotoğrafı dedi. Bana yaşlılık fotoğrafını da gösterdi. Hiç değişmemiştin. Sadece saçlarına aklar düşmüştü. Yüzündeki sıcak gülümseme yine aynıydı. Gözlerin ışıl ışıl parlıyordu. Nihayet bulmuştum sonunda seni. Yüreğim, daha bir heyecanla çarpmaya başladı. Bekleyişlerim o anda terk etti beni.




Ama, eski dostumuz ilgilendiğimi görünce, yüzünü bir hüzün kapladı. Anladım o an bir şeylerin olduğunu. Yıllarca beklediğim bu adamın kim ve nasıl olduğunu öğrenmeden çıkmayacaktım bu evden. Ağlamaklı gözlerle bana baktı dostumuz, “bu fotoğraftaki kişi benim yeğenimdi” dedi. “ Uzun süren bir amansız hastalıkla mücadele ettikten sonra iki yıl önce vefat etti” dedi. Ve ben o an yaşarken ölmüştüm. Bunca yıl bekleyip, arayıp koca bir ömrü onun için yaşayarak geçirmiştim. Ona, yeşil gözlerine bakıp, sevdiğimi söyleyecektim. O beni istemese bile. Dünyam bir anda anlamsızlaştı. İnancım ve yaşama sevincim bitmişti artık. Şimdi ben de yaşlanmıştım. Hastaydım.


Oradan gizlice aldığım iki fotoğrafla, her gün onu ve onsuz boşa geçen yıllarımı, şimdi imkansız aşk ve söyleyemedim şarkısıyla yad ediyorum. Kimse bilmiyordu bu duygularımı. Ama ben ona taparcasına sevdiğimi SÖYLEYEMEDİM.

Melodi AKÇAY

SABAH KAHVESİ SOHBETLERİ



Bir fincan köpüklü kahve hatırına başlarız sabah sohbetlerine.

Sabah sabah çoğumuz aç karnına tam olarak uykudan bedenimiz uyanmamış, dinç sağlıklı bir şekilde olmadan başlarız sabah kahvesi adına sohbetlere. Maksat sohbettir. Kahve bahane.....

Önce bir günaydınla, sonra merhabayla başlarız arkadaşlıklara....

Kimdeyse sıra, ağır ağır pişirmeye başlar kırk yıllık hatırı olacak kahvesini.Kimimiz orta şekerli, kimimiz sade, kimimizde boca ederiz şekeri.

Yıllardır süre gelen bir alışkanlık gibi, devam ettirmeye çalışırız bu geleneği....

Neler neler anlatılır.... Neler paylaşılır....
Çoğu anlamsız olur bu konuşmaların. Maksat muhabbet olsun der, dökeriz içimizdeki kurtları.

Koskoca bir gün bekliyordur bizleri. Ertesi sabaha bırakıyoruzdur bugünün bizlerde bırakacağı izleri kahveyle birlikte....

Bazen, medet umarız kahve fallarından, bazen seviniriz, bazen üzülürüz, bazen de merak ederiz.

İnanmakla inanmamak arasında kalırız. Çoğu zaman bakılan kahve fallarında “Aaaaaa” Ayşe Hanım’ın dediği çıktı, ya da Fatma Hanım bilemedi ya.... deyip, yaşamın akışına bırakırız kendimizi.


Aslında biliriz, hayatımızı bir gemi olarak düşünürsek, bu geminin dümenini idare eden ne fal bakanlar, nede baktıranlardır.

Melodi AKÇAY

25 Şubat 2009 Çarşamba

SABAHIN ERKEN SAATİ


Kim bilir ? Kimler? Şu anda sabahın bu erken saatinde uykusunun en güzel yerinde, nerelerde hayata hazırlanmaya çalışıyor. Sabah olmak üzere. Kimi çalıştığı iş yerlerinden evlerine dönmekte, kimileri ise hayata merhaba deyip, işyerlerine doğru yola çıkmak üzere, uykularının en tatlı yerinde uyanmak zorunda.

Bazı anneler, çocuklarını tatkı uykularından uyandırıp, küçük bir kahvaltı hazırlayıp okula göndermek üzere hazırlıklar yapıyorlar. Kimi çocuklar çeşitli bahanelerle yataktan kalkıp okula gitmek istemiyorlar. Çünkü, onlar çocuk ya.... Uykuyu çok severler.

Dışarıda şiddetli rüzgar var hafif bir yağmurla birlikte. Bu sabah erken kalktım. Rüzgarın o şiddetli etkisi uykumu böldü. İşe gitmeden önce biraz hayatı dinlemek ve seyretmek istedim.

Rüzgarlı bir günde hayata hazırlanırken, sanırım birileri benim gibi, erkenden kalkıp o gün muayene olacakları doktorlara gitmek ve numara alabilmek için bu ayazlı sabahta yollara düşmüşlerdi....

Hayattaki bu zorunluluklar, insanlara sabahın bu erken saatinde, uykularının en güzel yerinde , uyandırarak feragat ettirtiyordu.

Melodi AKÇAY

HAYAT ARABASI


Son sürat hızlı bir şekilde
Vur kendini hayat yoluna
Geçtiğin yollarda izin kalsın
Arkandan tozun kalsın

Hatırlat! Unutturma kendini
Yaşa! Bütün güzelliğiyle sevgini
Ezdirme! Gamsızlara kendini
Bırak izin kalsın
Geçtiğin yerlerde tozun kalsın

Hayat senin hayatın
Kalın duvarlar
Çıksa da karşına
Yenilme gamsızlara

Bu sefer yol kenarında
Bekleyen
Çamurdan ıslanan
Sen olma
Bin git hayat arabasına
Geçtiğin yollarda izin kalsın
Arkandan tozun kalsın


Yazan : Melodi AKÇAY

YAPRAK DÖKÜMÜNDEN BİR SAHNE


Şu anda Yaprak Dökümü dizisini seyrediyorum. Ve, bir ailenin her zor şarttada olsa beraberce elele vererek mutlu olmasını hayranlıkla izliyorum. Ali Rıza Bey'le sevgili karısı Hayriye Hanımın birbirleriyle evlerindeki geçirecekleri son gecelerden birinde Beylerbeyindeki son tangoyu yapıyoruz sahnesi ağlatmaya yetti. Muhteşem bir sahneydi.

HAYATA MEKTUP


Bugünde Merhaba Hayat,
Sen öğretmen, ben öğrencin olarak hazırım seni yaşamaya ve anlamaya. Her ne kadar, sorularına cevap bulup cevaplayamasam da.
Bu aralar imtihanların çoğaldı. Korkuyorum yanlış cevaplar vermekten ve tekrar kaybetmekten. Doğrularım gitgide azalmaya başladı. Bu sefer dört yanlış bir doğruyu götürür misali, elde kalan doğrularımı da alacaksın diye endişeliyim.
Bu keşmekeşlik içerisinde yanlışlar doğrularımı götürüyor. Bıkmadın mı hayat! beni imtihan etmekten. Sıfır vermekten.
Ben sana boş cevap kağıdı vermiyorum ki. Bir öğretmen olarak, bana anlattıklarını iyice dinleyip, dersime çalıştıktan sonra sınavına giriyorum. Sorduğun her soruya değer biçip anlattıklarından ve yaşattıklarından, hafızamda ve yüreğimde kalanlarla sana cevap veriyorum. Yetmiyor mu hayat! Verdiğim bu cevaplar sana.
Benden nasıl bir cevap bekliyorsun ki?
Benim sana değer verdiğim kadar, sen cevap kağıdıma değer vermiyor, hor görüyorsun. Böylece beni, yine imtihan ediyorsun. Bıkmadın mı hayat! Beni imtihan etmekten.
Bir doğrum dahi yok mu? Bana not verip yüzümü güldürmek bu kadar çok zor mu?
Bembeyaz bir kağıt sunuyorsun önüme. Yaşattıklarını, anlattıklarını yazıyorum, bu beyaz sayfalara. Düzgün, eğri, büğrü olmadan. Anlaşılır bir dilde.
Ben senin sorularını cevaplandırıyorum hayat! Sen neden at gözlüğü takıyorsun?
Diğer öğrencilerine iyi notlar veriyorsun da, bana niye vermiyorsun? Benim elmamı neden kızartmıyorsun?
Beden ve fizik dersinden geçiyorum da, hayat bilgisinden niye kalıyorum. Hayat bilgisinden aldığım notlar karşısında, kimyamda bozulmaya başladı. Hayat, ben bu işin formülünü bulamıyorum. Formülünü bulsam da, artık cevaplayamıyorum. Hayat beni neden imtihan ediyorsun?
Bir öğrencin olarak her zaman senden takdir ve teşekkür beklemedim. Kaybedip kazanmak gibi kavramların var olduğunu senden öğrendim. Amacım doğrudan geçmekti. Ara sırada olsa, takdir ve teşekkür görmekti. Ama hayat, sen beni hep bütünlemeye bıraktın. Bazen de, sınıfta bıraktın. Gelecek seni dedin.
Fakat, gelecek dediğin sene hiç gelmedi ki! Ben hep hayat bilgisinden kaldım. Tatil nedir görmedim: Beni hep imtihan ettin.
Hayat! Şimdi yaşlandım. Artık beden ve fizik notlarımda iyi değil. Kimyam tamamıyla harabe. Bir enkazın altında yaşıyorum. Ben bu okulu bitiremedim. Hayatım boyunca, senden hiç iyi not görmedim. Takdir, teşekkür bilmedim.
Eeeee! Bunun sonucu ne oldu dersin hayat? Nedendir ki, ben seni hiç sevemedim….
Yazan : Melodi AKÇAY

KİTAP KOKUSU VE KAHRAMANLARI


Bugünde kendimi anlamak ve keşfetmek adına, şehir kütüphanesine gittim. Kütüphanede bulunan kitapların bana vermiş olduğu kokuyu çocukluğumdan beridir severim. Kütüphaneler gizemlidir. Farklı, yaşanmamış duygular barındırır benim için. Bu duyguları yaşamak için kitaplar arasında, bana verdikleri kokuyla birlikte, kütüphanede bir yolculuğa çıkarım.
Yıllardır orada bulunan kitapların anlattıkları hikayelerden, onları alıp okuyan insanların gerçek yaşam hikayelerini sentezlerim ruhumda. Farklı bir boyuta, geçmişe, farklı bir dünyaya açılan kapılardır, yıllardır kütüphaneler benim için.
Tek tek tahta raflara dizilmiş kitapların hikayelerini dinlemek için, ince uzun koridorların arasında gezerken, bu hikayeleri içime sindire sindire yaşarım. Geçmiş, gizem kokan kitapların kokularıyla bir roman kahramanı, bazen de bir yazar olurum.
İşte ! Böyle günlerden birini yaşıyorum. Bir anda Sadun Boro’nun “Pupa Yelken” isimli gezi kitabında Kısmet Yelkenlisiyle dünya turuna çıkıyorum. Yanımda Miço adlı kedimle birlikte. Okyanusları, birçok boğazları aşıp, Süveyş Kanalından geçiyorum. Eskiden tanıdığım, eskimeyen dostlarıma tekrar merhaba diyorum.
Biraz ileride Edmund G Love’in yazdığı “OnTatlı Serseri” adlı kitabının serserileriyle birlikte, aşevlerindeki kuyruğa girerek bir tas çorba alıyorum. Bunca yoksulun içerisinden bir tas çorbayı alabildiğim için, kendimi şanslı hissediyorum. Sonra, serseri arkadaşlarımla birlikte arka sokaklarda geziyorum ve terk edilmiş harabe binalarda bir geceyi daha sokaklarda geçiriyorum. Bazen, çamaşırlarımın içine, göğsüme ve sırtıma üşümemek için gazete kağıtları koyuyorum. Ve, serseri arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra;
Bir başka hikaye de Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanındaki kadın kahraman oluveriyorum. Yaşanmamış bir aşkın peşine düşüyorum.
Sonra, Kerime Nadir’in “Ormandan Yapraklar” adlı eserinde, Benan adlı erkek karakter oluveriyorum. Ve, bir inat uğruna sevdiğim insandan ayrılıp, sevmediğim bir kadınla evleniyorum.
Bu hikayenin hüznünden sıyrılıp, bir başka hikayeye yolculuk yapıyorum. Bir anda Ernest Hemingway’in “Akıntı Adaları” adlı eserindeki baş erkek kahraman olup, başka şehirden, beni ziyarete gelecek olan oğullarımı bekliyor. Aynı zamanda da balık tutup, balıkçılarla arkadaş oluyorum.
Biraz sonra, bu romandan çıkıp, Oscar Lewis’in “La Vida” (İşte Hayat) adlı Porto Rico’daki sefaleti, fakirliği anlatan kitabın içerisinde, sefaleti ve fakirliği yaşayan bir çocuk oluyorum. Ve bir aileye evlatlık veriliyorum.
Bir anda Joseph Archibald Cronin’in “Şahika” adlı eserinde genç bir doktorum. Eşimle birlikte başarıdan başarıya koşuyorum ve insanlara yardım ediyorum.
Buradan ayrıldıktan sonra, Susan Howatch’ın “Kıyıdaki Dalgalar” romanında, kıskanç arkadaşlardan biri olup, bir arkadaşımızı gelgit olan kumsalda bağlayıp, sulara gömülmesi için bırakıyorum. Bu romandaki kıskançlığı yaşadıktan sonra,
Victoria Holt’un “ Bin Fenerli Ev” romanında yaşlı ve huysuz bir beyefendiye bakan bir genç kız oluyorum. En sonunda onunla evlenip, uzak doğuya Hong Kong’a gidiyorum. Oranın adetlerini öğreniyorum. Ve eskiden beni seven ve sevdiğini sandığım kişiler arasında, eşimi kaybettikten sonra bocalıyorum.
Bir anda günümüz tarihine yakın kitaplardan Marlo Morgan’ın “Bir Çift Yürek” isimli kitabında Avustralya’ya yolculuk yapıyor ve oradaki Aborjin’leri tanıyarak, onlarla bir hayat yaşıyorum.
Galiba ben, biraz nostaljiğim. Geçmişi ve eskimeyen kitapları seviyorum. Kütüphanede kitaplar arasında gezinirken bir huzur buluyorum. Hissediyorum bu huzuru içimde. Bu yüzden genizlerime kadar hikaye kokan kitaplarla, arkadaşlığımı yıllardır sürdürüyorum..
Yazan : Melodi AKÇAY

EDWARD ALBERT HAPPY BİRTHDAY


20 Şubat 1951 tarihinde California eyaleti, Los Angeles şehrinde yemyeşil gözlere sahip bir çocuk dünyaya geldi. İsmi Edward Laurence Albert idi.
Babası Amerikan sinemasında Green aktör olarak bilinen Eddie Albert, annesi Meksikalı aktrist ve dansçı Margo Albert’tır. Oxford Üniversitesinde eğitim almıştır.
Amerikan sinemasının önde gelen isimlerinden babası Eddie Albert gibi sinemaya adım atmıştır. Ülkemizde Çirkin ve Güzel ismiyle yayınlanan “Beauty and the Beast”, Sarı Gül “Yellow Rose” dizisiyle tanıdık ve o gün bugündür hayranlığımız devam etmektedir. Goldie Hawn’la oynadığı “Butterflies Are Free” filmiyle yıldızı parlamıştır.
Amerikan sinemasından Katherine Woodville ile evlilik yapmış ve bu evlilikten 1980 yılında Tai Carmen isminde çok tatlı bir kızı dünyaya gelmiştir.
İşte! Bu yeşil gözlü büyüleyici adam, sonsuza kadar yaşamaya devam ediyor gönlümüzde. Edward Albert 20 February doğum günü. Yıllardır etkisinde kaldığımız bu yeşil gözlü büyüleyici adamın doğum günü kutlu olsun.
İyi ki doğdun Edward Albert
Happy Birthday Edward Albert
Bir düştü seni bize sevdiren. Bir aşktı, bu yeşil gözlerinin aşkıydı.Bir gülümsemeydi. En güzel gülüşünü yapıp, kalplerimize girmen.Bir Sarı Gül’dü. Seni bize daima hatırlatan.
Bir hayranlıktı. Uzun yıllar sürecek ve daima kalplerimizde yaşayacak.Bir sevdaydı hiç bitmeyecek.
Sevgi kalplerdedir. Sevgili Edward Albert, senin sevginde hep kalplerimizde. Sen, bizim için bir efsaneydin. Efsaneler asla ölmez. Sadece boyut değiştirir. Sonsuza kadar varlığını sürdürür.
Sevgili Edward Albert sen iyi bir baba, iyi bir eş, kültürlü, aynı zamanda doğa dostu, çevreci ve büyük bir aktördün.
Bazı duygular vardır dile gelmez. İşte! O an sözün bittiği andır.
22 September 2006 tarihi ailen, sinema, doğa ve seni sevenler için büyük bir kayıptı. Bizlerin hep gönüllerinde o güzel gülüşünle ve o ışıl ışıl parlayan yeşil gözlerinle hatırlanacaksın. Bir sarı gül (Yellow Rose) gördüğümüz zaman, kalbimizde yeniden doğacaksın. Happy Birthday Edward Albert.
WE WİLL LOVE YOU FOREVER…
Yazan : Melodi AKÇAY

HİLEKAR SEVGİLİ OYUN BİTTİ

Evliliğimizin ilk günüydü. Davul, zurna eşliğinde gelin olmuştum. Gümüş rengindeki gelin telleri duvağımda, ellerim al kınalı senin olmuştum. Bembeyaz gelinliğim içerisinde, babamın kolunda uzayan yollarla nihayet sana varmıştım.
Beyaz, saf ve duru bir aşk hikayesiydi bizimki. Dalgalı, çalkantılı limanlardan uzak, ıssız ve tenha koylarda başbaşaydık sevdamızla. Bütün evren şahitti, bu mutluluğumuza. Yer, gök arasında sıkışıp kalmıştık. Ne gökteydik, ne yerdeydik. Şarkılardaki gibi bir garip seherdeydik.
Ortada bir çizgi vardı bizi birleştiren, aşkımızı güçlendiren. Aşkımızın sonunu göremiyorduk, görmek istemiyorduk. Tıpkı ufuk çizgisi gibi. Aşk ile yanarak ilerliyorduk. Evliliğimizin bir ihanet uğruna biteceğini bilemiyordum. Ben, senin aşkından ufkun ötesini göremiyordum.
Balayındaydık. Bir otel lobisinde sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, gündoğumunu seyrediyorduk. Aşkımızı paylaştığımız mehtaplı gecelerdeki gibi.
Acıkmıştık. Fakat; aşkımızın ateşi daha üstün gelmişti açlığımızdan. O geceyi, neden otel lobisinde geçirmiştik anlayamamıştım. Şimdi anlıyorum.
Beklediğimiz gündoğumu değil, senin bana olan aşkının, bana yaşattığın aldatmacalı ağır sancısıymış. Pandoranın kutusu o gece açılmışta, meğerse benim haberim yokmuş. Ben aşkınla, bana olan aşkınla yanarken, sadece karnımı değil, aslında bütün benliğimi aç bırakmışım.
Bir otel odasında, bir sabah kahvaltısının aşkımızın biteceğinin işareti olması, ne kadar acı idi. Hem de balayımızda. Beraberliğimiz ve evliliğimizin ilk gününe kadar, sende bir tuhaflık olduğunu fark etmemiştim.
Şimdi düşünüyorum da; aşkın gözü körmüş derler misali, Ferhat ile Şirin’e, Kerem ile Aslı’ya, Leyla ile Mecnun’a, Arzu ile Kamber’e yazık ettin ey sevgili. Destan olmuş aşkları, kalbimde tarihe gömdün ey hilekar sevgili.
Sen beni aldattın. Duygularımı, düşüncelerimi hiçe saydın. Aşkımı cayır cayır yaktın. Biliyor musun? Beni kiminle aldatırsan aldat, umurumda bile değildi. Sen, benim yıllarca içimde beslediğim sevgi tohumlarını öldürdün. Artık önemli olan benim duygularım. Bembeyaz bir perdeyle açtığım bu sahneyi, artık simsiyah bir karanlıkla kapatıyorum. Ve seni, kendi kendine kurduğun ve oynadığın bu evcilik oyununun ilk provasında sahneden dışarıya atıyorum. Oyun bitti ey Hilekar Sevgili….
Yazan : Melodi AKÇAY

ARKADAŞ TOPLANTILARINDA SOHBET

Bazı insanlar vardır. Bir ortamda, bir konu hakkında konuşulurken, karşısındaki o konu hakkında bir şeyler söylemeye, ifade etmeye çalıştığı anda, diğer kişi veya kişiler, o kişinin konusunu anlamsız bulup, onun düşüncesini çürütme aşamasına giderler.
Oysa, o kişi yaşadığı bir olayı kendi düşünceleriyle ifade etmeye çalışır. Karşısındaki kişiye bir şeyler ispatlamak ya da onun öyle düşünmesini sağlamak amacıyla değil. Ama, nedense diğer kişi, bu kişinin söylediği söze karşı “ Ya seninki de ne.. Benim ki seninkinin yanında daha üstün veya daha üzücü” gibi kendisini üstün çıkarmayı gerektirecek bir durum varmış gibi, esas o ispatlama çalışmasına gider.
Arkadaş toplantılarında sohbet ilerledikçe, kişiler yaşadıkları olaylardan anekdot’lar anlatırlar. Amaç rahatlamak, bir şeyler paylaşmak ve zamanı doldurmaktır. Herkes aynı fikre sahip olacak diye bir düşünce tarzı olamaz. Aynı yaşam tarzına da sahip olamaz. Bu yüzden birbirleriyle paylaştıkları konular, hep kendi yaşamlarından olacaktır.
Fakat; sanki inatla bazı insanlar, kendilerinin sahip oldukları iyi veya kötü yaşam şekillerinde, düşüncelerinle ön plana çıkarmayı hedef haline getirmek isterler. Sadece onların yaşadıkları doğrudur ve önemli olmalıdır. Çevremde girdiğim ortamlarda bu tip insanlarla sık sık karşılaşıyorum.
Ne yazık ki gördüğüm kadarıyla, bu insanların sayısı az değil. Ben veya bir başkası bir konu hakkında kendimizce yorum yaparken, birden bire bir kişi çıkıp, gözlerindeki alaycı ifadeyle kendi yaşamının veya yaşadığı şeylerin seninkinden daha acı veya daha üstün olduğunu söylüyor.
Örnek vermem gerekirse, bir kişi hastaysa, hastalığından küçük üzüntülü bir olayı anlattığı zaman karşısındaki kişi “Seninki de ne” Benim ya da tanıdığı en yakın kişiyi örnek göstererek, senin yaşadığın durumu önemsemeyerek ve bilmeyerek kendisinin durumunu önemli kılmaya çalışıyor. Ve tabiri caizse benim babam, senin babanı döver meseli durumuna sokuluyor.
Ya da herhangi bir konu hakkında bildiğin ve savunduğun fikri, ortam gereği söylüyorsun. Bu olayı başkaları da yaşadığı ve ifade ettiği halde, o kişi yine kendi bildiği doğrultusunda inatlaşmasına devam etmekte. Bu kişi kendince bildiği kadarıyla “ Yok yok o öyle değil. Ben görmedim ve yaşamadım” deyiveriyor.
İşte! İnsan yaşamadığı ve görmediği bir şey hakkında nasıl yorum yapar ve nasıl inatlaşabilir bunu anlamış değilim. Aslında kurduğu cümlelerle kendini ele veriyor. Ama, bünyesinde barındırdığı çok bilmişlik havası, onu farklı bir konuma sokuyor insan gözünde, farkında değil. Bu arada senin bilgilerini çürütmeye çalışıyor. Buda onu sanırım mutlu kılıyor.
Aslında burada kurmamız gereken amaç, birbirimizle diyalog kurmak, karşıdakinin düşüncesine, yaşantısına saygı duymak, onu anlamak. Benimseyip ya da benimsememek önemli değil. Onun bizlerle paylaştıklarından, yeri geldiğinde pay çıkarmakta olabilmelidir.
Laf lafı açar diye bir tabir vardır. Her konuşulan konu ve söylenen söz hakkında karşıdakini anlamadan, yaşadığı olaylara karşı verdiği tepkiyi bilmeden, kendimizle kıyaslama ve yorum yapmaya kalkarsak bir gün aynı durumla bizlerde karşı karşıya kalabiliriz. Bir gün bakmışız ki etrafımızda arkadaş veya dost dediğimiz kişiler teker teker buhar gibi uçuvermişlerdir.
Bu yüzden şunu belirtmek isterim ki. Arkadaş, dost toplantılarında veya günlük yaşamda karşıdaki kişinin düşüncesini anlamak, dinlemek ve saygı duymak, önemsenmesi gereken insan ilişkileri açısından, önemli bir yer teşkil etmelidir.
Yazan : Melodi AKÇAY

SELİM İLERİ’NİN NOT DEFTERİNDEN

1949 yılında İstanbul’da doğan Selim İleri Türk Edebiyatımızda İstanbul aşığı olarak bilinen yazarımızdır. Öykü, roman, deneme, anı, inceleme ve şiir alanlarında yazılar yazmaktadır.
Selim İleri’nin Not Defterinden adlı edebiyat dünyası açısından yazar, şair ve kitaplarını tanıttığı kişisel programı, Pazar akşamları TRT2 de saat 20’de yayınlanmaktadır.
İstanbul aşığı olan ve İstanbul’u duygusal sözlerle çok güzel ve etkileyici anlatan büyük yazar. Eski İstanbul’u sözlerinde ve kitaplarında bir başka zamanda yaşıyormuşçasına ifade ederek anlatır. İfade tarzında hep bir özlem ve duygusallık sezerim.
Selim İleri’yi uzun yıllardır takip ederim. Edebiyatı farklı bir biçimde kurduğu duygusal cümlelerle çok içten atlatmaktadır. Onu dinlemekten büyük keyif alırım. Hep bir nostaljik, özlem kokan bir hava estirir ruhumda.
Mütevazi kişiliğiyle daha önce ifade ettiğim gibi birçok yazar ve kitaplarını kendisinden öğrenme fırsatım oldu. Edebiyat açısından, hayata dair ne varsa güzel şiirler, kitaplar ve duygular paylaşmaktadır kitap ve edebiyat severlerle.
Selim İleri’nin Not Defterinden adlı programında yazı yazmaktan zevk alan, yazı yazarken kendini özgür hisseden insanların çok şeyler öğreneceklerine inanıyorum. Selim İleri’nin anlatım biçimine hayranım. Hayatı öyle bir anlatıyor ki, insanın mantığı ve kalbi bir oluveriyor. Farklı dünyalara yelken açtırıyor. En azından benim için öyle.
Selim İleri Türk Edebiyatı açısından diğer büyük yazarlarımız ve şairlerimiz gibi, önemli yer tutar. Bizlere Türk Edebiyatı ve Dünya Edebiyatından birçok yazar, şair ve eserlerini tanıtmaktadır. Ayrıca sanatın birçok dalından örnekler sunmaktadır.
Selim İleri kendi adını taşıyan Selim İlerinin Not Defterinden programı yazı yazmamda ve duygusal düşünce yaşamımda büyük etkisi oldu. Bu yüzden Yazar Selim İleri’ye ve TRT’ye böyle kültürel ve iç dünyamızda keşfe çıkmamıza sebep olacak programlar hazırladıkları için teşekkür ediyorum.
Kitap okumayı ve yazmayı sevenler için Selim İleri’nin Not Defterinden adlı bu programını izlemenizi tavsiye ederim.
Yazan: Melodi AKÇAY